Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for the ‘Avrupa Birliği’ Category

ONLARIN OYUNU BİZİM KUMARIMIZ: ULUSLARARASI KURULUŞLAR VE TÜRKİYE EKONOMİSİ – 2

Bu yazı serisinde ki ilk yazımda genel olarak uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları, not baremleri ve bize verdikleri nota gösterdikleri nedenleri belirttim. Yazımın bu kısmında ise Türkiye ekonomisinin temel zaafları, kuruluşlara karşı haklı ve haksız olduğumuz yerler ve alınabilecek önlemler, Hükümet, Halk ve Özel Kesim bazında yapılacakları aktaracağım…

Öncelikle bugün kredi derecelendirme kuruluşlarındaki notlarımız ve sıralamamızla başlayalım. Öncelikle son not değişimini yapan Fitch. Fitch not sistemi AAA, AA, A, BBB, BB, B, CCC, CC, C, D ve NR’den oluşur. NR açıklanmayan, D batık ülke ya da şirketi belirtirken BB’ye kadarki notlar yatırım yapılabilir, onun altı ise yatırım yapılamaz olarak görülür. Ayrıca NR ve D hariç tüm notların pozitif, durağan ve negatif olmak üzere 3 versiyonu vardır. Pozitif görünüm olası bir üst nota çıkış, negatif görünüm olası bir alt nota inişi belirtirken durağan ise stabil durumu ifade eder. Biz şuanda BB notundayız ve görünümümüz de dün itibariyle pozitiften durağana çevrildi. Ve bu çevirme belki biraz da fazla abartıldı. Çünkü aslında bir şey olmadı halen yatırım yapılamayacak listesindeyiz. Diğer kredi derecelendirme kuruluşlarına oranla daha samimi gelen ve olası not artışının beklendiği Fitch’in bu not indiriminin sebeplerini de şimdi açıklayacağım.

Fitch notumuzu indirirken belli noktalara dikkat çekti. Öncelikle ilk tehdit cari açık olarak belirtilmiş. Daha öncede üzerinde yazdığım cari açık yapısal bir sorun. Ne yazık ki sadece devletin sorunu değil çünkü çoğunlukla halkın tercihleriyle oluşuyor. Cari dengenin en önemli kalemi dış ticaret dengesidir ki; dışarıdan ülkenize gelen mal için yani ithalat için verdiğiniz paranın; sattığınız mallar için aldığınız paradan yani ihracattan fazla olması durumunda verdiğiniz dış ticaret açığı olur. Bu açığın ve ülkeye giren-çıkan döviz farklarından sonra eğer ülkeye giren döviz fazlaysa cari fazla, azsa cari açık verirsiniz. Biz kronik olarak cari açık veren bir ülkeyiz. Bu da özellikle ürettiğimizden fazla tüketmemiz, doğal kaynak sahibi olmamamız ve ara mal ithalatımızdan kaynaklanmaktadır. Bu maddelerden doğal kaynak üreteceğimiz bir şey değil ama zamanında özellikle nükleer konusunda adım atılsaymış çözülebilirmiş. Diğer iki sebebin ortadan kalkması ise kitlesel bir planlamayla mümkündür. Nasıl mı? Türkiye 3G telefon pazarı genişlemesinde dünya lideri, otomobil satışı iki yıldır rekor kırıyor. Bunları kim alıyor, biz. Peki, kim üretiyor, başkaları. İşte üretmediğimiz mallara olan yoğun talebimiz bize cari açık verdiriyor. Ve bu açık ne yazık ki bizim için kronik hale geldi. Dünyada ABD’den sonra en çok açık veren ülkeyiz. ABD’nin parası olan Dolar ticaret parası oluğundan onun cari açığını dünya kapatmak zorunda, n azından dolar rezerv para olduğu sürece. Ama bizim gibi ülkelerin böyle bir şansı yok. Bu durumda her yıl cari açık veren bir ülke olarak ileriye dönük kaçınılmaz bir sarmala giriyoruz ve ne yazık ki böyle giderse bir gün bu açık finanse edilemez ve batarız. Yani kredi derecelendirme kuruluşları bu konuda haklılar.

Fitch’in değindiği diğer bir konu ekonominin fazla ısındığıdır. Fitch diyor ki bankalardan alınan kredi yıllık %36 arttı, bu krediyle yapılan tüketim çılgınlığınızla enflasyonu arttırdınız ve büyümenizi de çift haneye taşıdınız, aynı zamanda bu tüketim çılgınlığından dolayı ithalatı patlattınız ve cari açığı da rekora taşıdınız. İşte bu da ısınmadır. Isınırsanız krediler dönmediği an, enflasyonu da durduramazsanız bir anda finansal krize girer ve bunla baş edemezsiniz. Aslında yine doğru söylüyor çok harcıyoruz, ürettiğimizin çok üzerinde harcıyoruz ve bu harcamayla büyüyüp işsizliği azaltıyoruz. Ama ödeyemezsek işte o gün batarız. Nitekim Merkez Bankası bunu 6 ay önce fark etti ve durdurmaya çalıştı. Ancak ne yazık ki henüz yeterince bir yavaşlama yok. Bunun en önemli sebebi de yine aşırı tüketim sevdamız. Ancak bu noktada Merkez Bankası’nın iletişim politikalarında da zafiyet olduğu ortaya çıkmıştır. Bu ısınma bugün bitmezse yarın gelecek soğutmayla baş edemeyiz.

Son olarak ülke notları verilirken 100 birimlik bir ölçek takip edilir. Bu ölçeğin yarısı siyasi, yarısı ekonomik verilerden oluşur. Siyasi verilerde güçler ayrılığı, basın özgürlüğü, siyasi parti yasaları ve organizasyonları, özel sektör rekabeti, özelleşme koşulları, fikri – mülkiyet hakları gibi pek çok etken vardır. Örneğin bizim tam puan aldığımız siyasal istikrar %5-7 arasında etkilidir. Yani biz sadece büyüme, işsizlik gibi bizde iyi olan rakamları göz önünde tutup notları değerlendirmemeliyiz. Az önceki kriterleri baz alırsak henüz yeni anayasasını yapamamış, insan hakları ve basın özgürlüğünde gerilerde, kadın – erkek eşitliğinde ki şu andaki Hükümetin tüm çabalarına rağmen oldukça kötü durumda, askeri otorite – sivil irade dengesini yeni oturtmuş bir ülke olarak ve yukarıdaki ekonomik veriler göz önünde tutulunca notumuz doğru. Ancak Avrupa Birliği’nin varlığı tehlikeye düşmüşken Fransa dahil diğer tüm üye ülkelerin notları abartılı yüksektir. Bize düşen kendi notumuzun doğru olduğunu kabul edip kendi sorunlarımızı çözmek ve daha geniş katılımlı derecelendirme kuruluşları sürecine elimizden geldikçe katkıda bulunmaktır.

Sorunlarımıza çözüm önerileri olarak da sunacaklarım var. Öncelikle halk olarak yapmamız gerekenlerin başında tüketim çılgınlığını azaltmak, ithal ürün kullanımında dikkatli olmak, kredi denizlerinde dikkatli yüzmek geliyor. Yani ayağımızı yorganımıza göre uzatmalıyız. Özel sektörümüz büyümemizin motoru ve bundan kıvanç duyuyoruz. Ama onlarda özellikle dış borçlanmada yavaşlamalı, ara mal ithalini innovasyonla azaltmalı ve dış pazarlardan kalıcı ortakları yurt içine çekmeli. Bu noktada Doğuş Grubu’nun son dönem çalışmaları dikkatle izlenmeli ve örnek alınmalıdır. Sektörel rekabetler artmalı ve rekabetle daha iyiye yönelim sağlanmalıdır. Kobilerden holdinglere giden yol açılmalı, istihdam bu yol üzerinden arttırılmalıdır. Merkez Bankası iletişim politikasını acilen güncellemeli, piyasa oyunculuğundan regülatörlüğe dönmelidir. Bu dönüşe paralel olarak kur, faiz politikalarına dikkat etmekle beraber asıl görevi olan fiyat istikrarının özellikle olası bir küresel iyileşme döneminde korunmasını sağlayacak önlemleri bugünden almalı, aldığı önlemleri de en azından bu yıl yaptığından daha iyi anlatmalıdır. Ve son olarak siyasi iradenin yapması gerekenler. Hükümetiyle muhalefetiyle acil anayasa hazırlanmalı, finans piyasaları regülasyonu, Merkez Bankası bağımsızlığı dokunulmazlar olarak belirlenmeli, rekabeti arttırıcı, ara mal ithalini engelleyici teşvik programlarıyla ihracatı destekleyici politikalar benimsenmelidir. İhracatın artması ya da ithalatın azalması için kurla oynanmamalı, bu Merkez Bankası’ndan talep edilmemelidir.

İki yazımda değindiğim noktalara dikkat edildiğinde Türkiye’nin bugünkü notlarının yanlış olduğunu düşünmüyorum. Bazı ufak adımlarla daha iyi yerlere çıkarız. Örneğin yeni anayasa, yeni siyasi parti yasası, daha kısa tutukluluk süreleri gibi maddelerle çıkarsa bir anda A sınıfında olan bir nota kavuşabiliriz. Ama bugün oturup Avrupalılar bizden kötü hakkımız yiyorlar dersek ileriye gidemeyiz. Zamanında AB sürecinde yaptığımız gibi bizim için doğru olanları yapacağız, onlar yanlışlarında ısrar ederse bugün AB’nin geldiği nokta şüphesiz onlar için de kaçınılmaz son olacaktır. Evet; bir oyun var ve arada bizimle de oynamaya çalışıyorlar ama eğer biz kumar oynamayı bırakıp dikkatli olursak oyunda oyuncuda değişir. Bunun için ilk olarak kendimizden başlayalım ve ilkokuldan gelen iki düşünceyi esas alalım: Ayağımızı yorganımıza göre uzatalım ve Yerli malı kullanalım…

Bilal ERTUĞRUL

24 Kasım 2011

15:14

Read Full Post »

TEKNOKRATLAR HÜKÜMETİ ÇARE OLACAK MI?

Avrupa Birliği tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya kaldı. Bir yanda Akdeniz ülkelerinin bozuk ekonomileri, yüksek borçları, diğer yanda küçük ülkelerin kendilerine devamlı kaynak olacakları birliğe kaybettikleri inançları duruyor. Ve Avrupa bu krizden çıkmak için en vazgeçilmez değeri olan demokrasiden vazgeçip teknokratlar hükümetlerine dönüyor. Avrupa bu krizden çıkmak için IMF’nin başta Türkiye olmak üzere pek çok ülkede denediği yöntemi deniyor bir başka deyişle. Peki; bu yöntem başarılı olacak mı? Avrupa birlik olarak tarihinin en büyük krizinden çıkabilecek mi? Bunu zaman gösterecek. Ancak benim kanaatim kuma gömülen aşın kumdan çıkarılmak zorunda kalınacağı ve Avrupa’nın gerçekleriyle yüzleşmeden bu krizden çıkamayacağıdır. Neden böyle düşündüğümü de açıklamaya çalışayım.

Öncelikle Avrupa Birliği’nin kuruluşuna gidelim. Avrupa Birliği 2. Dünya Savaşı sonrası yıkılan Avrupa’da bir daha Hitlervari Faşist akımlar güçlenmesin, Sovyetler kıtanın batısını da ele geçirip küresel kapitalist sistemi tehdit etmesin diye dönemin en önemli liberal projesi olarak ortaya çıktı. Düşünce basitti, insanları doyur, zenginleştir ne faşizan ne de sosyalist akımlara yönelmesinler. Ha bu arada da artık dünyanın bıktığı Alman – Fransız gerilimi yeni bir savaşa gitmesin. İşte bu amaçla kurulan AB sisteminde doğal olarak en çok zenginleştirilen ülkeler Almanya ve Fransa oluyordu. Onları da İtalya izliyordu. Ama AB zamanla daha da büyük bir proje halini alacak ve Maastricht ile 1992 yılında bir tek devlet olma sürecine girecekti. Bu amaçla Avrupa Merkez Bankası kurulacak ve Euro hayata geçirilecekti. Başta İngiltere olmak üzere bazı ülkeler bağımsızlıklarına aykırı buldukları bu para birimine geçmeyi red edeceklerdi. Ancak onları asıl kaygılandıran bunun da bir Alman-Fransız projesi olması ve birleşmemiş mali politikaların bağlandığı tek bir paranın er geç patlayacağıydı. 2009 Küresel Krizi ile AB’de işler bozulacak ama herkes bunu geçici ve ABD kaynaklı görüp önemsemeyecekti. 2000’li yıllarda artan şova yönelik politikalar ve yüksek borçlanma devam edecekti. Bunun sonucunda da bugünkü kriz çıkageldi.

Aslında krizdeki ülkelerin borç miktarlarına bakıldığında krizin AB kriterlerine uyulmamasından kaynaklandığı çok açıkça görülmemektedir. Maastricht kriterlerinde ülkenin borcunun milli gelire oranının %60 olması gerektiği açıkça belirtilirken Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya, İtalya açıkça bu oranın iki katını bulmuşlardır. E bu durumda o kriteri hazırlayan ekonomistlerin belirttiği gibi kriz kaçınılmaz olmuştur. Peki bu borç niye bu kadar önemli, şimdi de bunu açıklayayım.

Ülkeler bütçe planlamalarını yaparken sonsuz ömürlü oldukları üzerine planlama yaparlar. Bu durumda da gelecek yıllardaki gelirleri üzerinden bugünü finanse eder ve borçlanırlar. Ancak bu borcun birde faturası vardır ki bu da ilerleyen yıllarda ödenecek faizlerdir. İşte bu faiz oranının değeri de bu borcun döndürülüp döndürülemeyeceğini belirler. Yani piyasaların o ülkeye güveni belirlenir. Bu güven var olduğu sürece piyasalar o ülkeye borç verir ve o ülkede yoluna devam eder. Ancak olurda piyasalar güveni kaybederse o ülkenin borcunu döndürmesi her gün zorlaşır. Faiz oranları artar bir yerden sonra ülkenin iflasa gitmesi kaçınılmaz olur. U iflastan kaçmanın iki yolu vardır ya ciddi bir tasarruf paketi açıklayıp piyasalara tekrar güven verirler ya da paralarını devalüe eder, yani bir günde servetlerinin yarısını feda eder ve krizden çıkmak için ciddi ekonomik paketler açıklarlar. Ancak eğer paranız Euro ise bu devalüe kozu elinizden gider. İşte bu giden kozla piyasaların güven kazanabilmesi sadece o ülkelerin ciddi adımlar atmasına bağlanır. Bu durumda başta seçilmiş iktidar olmak üzere yönetim piyasalardan gelen teknokratlara bırakılır ve güvenin yeniden sağlanması beklenir. Ancak olurda piyasalar o güveni sağlayamazlarsa iflas kaçınılmaz olur ve ne yazık ki hikayenin AB içinde bundan sonraki kısmı henüz bilinmezler bölgesinde.

Peki; AB’nin bu teknokratlar hükümeti adımları neden Yunanistan, İtalya ya da olası İspanya, Fransa’yı kurtarmaz. Çünkü bu ülkelerdeki sistem sorunları fazla, borç oranları artık döndürülemez boyutta, finansal denetim yetersiz, dahası halklar kolaylıkla tasarruf paketlerini hele de teknokratların getirdiği paketleri kabul etmez. Bunun sebebi de bu ülkelerdeki yerleşmiş demokratik anlayış. Bu ülkeler öyle ya da böyle yine siyasilere döner ve popülist politikalar yeniden başlar. Süreç tekrar başa döner.

O zaman AB nasıl halledecek bu sorunlarını? Aslında çözüm basit. Maastricht kriterlerine geri dönülecek. Bu kriterlere uymayanlara efendim siz Euro’dan çıkmak ister misiniz diye sorulmayacak. Denetim arttırılacak, ülkelerin Euro kriterlerine uyması için süre tanınacak ve tek bir mali politikaya giden yol açılacak. Aksi takdirde bu kriz AB’yi yok olmaya götürür ve 20. Yüzyılın en büyük projesi bir daha açılmamak üzere tarihe gömülür. Bu noktada da iş başta bu birliğin kaymağını yiyen Almanya ve Fransa’ya düşüyor. İlk onlar gerçekçi olacak, hep kazanmaktan vazgeçecekler. Sonra diğer ülke halkları bu birliğe ne kadar inandıklarını sorgulayacak. Eğer halklar bu birliğe sadece her zaman para gelecek kaynak gözüyle bakıyorsa gerekirse üyelikten çıkma ya da çıkarılma yolları dahi denenecek. AB’nin temellerinin ekonomik kalkınma olduğu gerçeği göz önünde bulundurulacak, siyasi gerekçelerle üye yapılan doğu Avrupalılar yerine genç, dinamik, büyümeye hazır Türkiye gibi ülkelerin hakkı siyasi sebeplerle kesilmeyecek. Ancak bu sayede Avrupa Birliği rüyası gerçeğe döner ve kim bilir günün birinde en büyük liberal hayal olan Dünya Köyü’nün, her şeyin serbestçe dolaştığı, özgür dünyanın temelleri atılır. Yoksa kapanan sınırlara, artan saldırgan siyasi eğilimlere ve yeni savaşlara yani 1920’lerin dünyasına hoş geldiniz.

Bilal ERTUĞRUL

13.11.2011

23:27

Read Full Post »

Hayırlı Olsun Yunanistan’ın da Artık Bir Kemal Derviş’i Var…

Yunanistan’ın 2000’li yılların başında yaptığı ekonomik üçkağıtların, düzenbazlıkların, çalışmadan harcamanın sonuçlarıyla saplandığı kriz, bu krizle Euro üzerinden önce Avrupa Birliği’ne sonra tüm dünyaya yaşattığı ve yaklaşık 1 yıldır süren komedyada bugün itibariyle yeni bir sahne açılıyor. Batı düşündü taşındı, sonunda Yunanistan’da ezeli düşman ebedi dostu Türkiye’nin krizden çıkış yolunu uygulamaya karar verdi. Ve öncelikle onlara da tıpkı bizde olduğu gibi uluslar arası kuruluşlardan bir üst düzey yetkili tayin etti: Karşımızda eski Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcısı ve yeni Yunanistan Başbakanı Lucas Papademos. Daha doğru ya da batının umduğu deyimiyle Yunanistan’ın Kemal Derviş’i. Evet rahmetli Ecevit’i anlattığım yazımda da belirttiğim gibi sanki 10 yıl önce bizde yaşananların bir kopyası Yunanistan’da yaşanıyor ya da öyle olması umuluyor. Ecevit’in bitkin halini Papandreu’da, Kemal Derviş’i de Papademos’da görüyor gibi oluyorum. Ama arada bazı temel farklar var ve bence u farklar bu operasyonu Türkiye’dekinin aksine başarısız kılacak. Belki biraz karamsarım ama eminim tarih beni haklı çıkartacak. İsterseniz bu benzerlikler ve farklılıklarla bu tespitimi açıklamaya çalışayım.

Öncelikle benzerliklerden başlayalım. Yunanistan’da kriz uzun bir zamandır geliyorum diyordu, Türkiye’de de 90’lıyıllarda yaşanan öncü sarsıntılar tehlikeyi işaret etmiş ama her iki ülke de önlem almamıştı. Her iki ülkede de krize yol açan hükümetler ve krizin maliyetine katlanmak zorunda olan hükümetler farklıydı. Yunanistan’da Karamanlis’in Yeni Demokrasi Partisi iktidarı döneminde kriz derinleşirken, Papandreu krizi kucağında buluyordu. Türkiye’de de 90’lı yılların hükümetleri ki en önde giden parti Doğru Yol Partisi Demirel – Çiller politikalarıyken krize katlanan Ecevit Başbakanlığındaki hükümet oldu. Her iki ülkede de krizlerin önemli sebeplerinin başında yolsuzluk ve usulsüzlükler geliyordu. Türkiye’de bankaların içi, Yunanistan’da devletin içi boşaltılırken yolsuzluklar hep bir şekilde örtülüyordu. Türkiye’de krizin ülkedeki yetkililerle çözülemeyeceğini düşünen batı dünyası ki bugünkü adıyla Troyka, Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’i getirirken, Yunanistan’da Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Papademos başa geçiyordu. Her iki yöneticide aslında işverenleri olan Troyka’nın yapılmasını istediklerini yapacak, halkın gözünde kahraman statüsüne ulaştırılacak, çok ciddi medya ve uluslar arası kamuoyu desteği alacak isimlerdi. Zamanı gelince ülkede kalıcı iktidara yürütülmek istendikleri de benim düşüncem. Türkiye’de Kemal Derviş hep o yabancının içerdeki kolu, bizden çıkan ama bize benzemeyen önyargısını kıramayınca bu yoldan çıkıp, tekrar uluslararası kuruluşlara döndü, bakalım Yunanistan’da ne olacak.

Buraya kadar benzerliklerden bahsettik. Şimdi de farklılıklara bakalım. Öncelikle iki ülkenin temel farklılığı Para Politikalarında ki farklılıklardır. Türkiye Cumhuriyeti para birimi Türk Lirası olup sadece Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kontrolündeydi. Halbuki Yunanistan Euro Bölgesi’nde ve para politikasına 17 ülke beraber karar veriyor. Bu durumda Türkiye’de iki kez yapılan ve ertesi gün cebimizdeki paranın yarısının artık çöpe gittiğini anladığımız devalüasyonlar Yunanistan’da yapılamaz. Bu devalüasyonların krizden çıkışta çok önemli bir etken olduğunu da belirtmeliyim. Bir başka önemli fark da yurt dışından getirilen yöneticilerin aldıkları pozisyonlar. Türkiye’de Kemal Derviş süper yetkilerle Ekonomi Bakanlığı’na getirildi. Arkasında çok geniş bir siyasi yelpazeden 3 parti ve 45 yıllık Karaoğlan vardı. Hal böyle olunca o yapılmasını istediklerini belirtti faturayı Karaoğlan, Bahçeli ve Yılmaz ödedi. Ama halkın bunlara karşı isyan veya benzeri bir harekete girişmemesini bu 3’lü iktidar engelledi. Yoksa halk başka yerden transfer bir mucize yöneticiye bir yere kadar sabrederdi. Yunanistan’da ise Papandreu kendisine oranla çok daha yaşlı ve yıpranmış Ecevit’in metanetini gösteremedi. Siyasi riskleri 1 yıldır zaten doğru düzgün taşıyamıyordu ve milletine en ağır yaptırımları getirecek son paketi uygulamaya yeltenemedi. Bu durumda Papademos bir Milli Birlik Hükümeti için seçildi. Ama u hükümet 3 aylık olacak ve dahası bu 3 ayda onu hep yabancı görecek Papandreu ve Yeni Demokrasi Partisi lideri Samaras’ın onu nereye kadar destekleyecekleri de büyük bir muamma. Bu farklılıklara ek olarak Yunanistan’da Türkiye’ye oranla ekonomideki devlet büyüklüğü oranının daha yüksek olması, halkın uzun süredir çalışmadan ya da çalıştığından fazlasını tüketerek yaşamış olması ve sosyal patlama riskinin daha fazla olması da Yunanistan’da işi zorlaştıran farklılıklar olarak göze çarpıyor.

Peki bu Papademos kim ve neden Troyka tarafından başa geçirildi. Yazının girişinde de belirttiğim gibi Papademos 2002 – 2010 yılları arasında yaptığı Avrupa Merkez Bankası eski Başkan Yardımcısı kimliğiyle tanınıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse etkili bir unvan. Yunanistan’da ise Merkez Bankası’nın 1994-2002 arası yıllardaki Başkanı kimliğiyle öne çıkıyor. Ayrıca 2000’li yıllarda Yunanistan’ın Euro’ya alınması ve bugün bu krizin tüm dünyayı etkilemesinin de asıl sebebi olarak görülüyor. Zaten Papademos son 2 yıldır Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu’nun baş ekonomik danışmanıydı ve yapılanların danışıldığı adamdı. Yani yaptıkları yapacaklarını gösterirse Yunanistan için durum vahim. Ancak bu durumun sebebi de tek kendisi değil Yunan halkının da halen kendileri değil de başka bir ülke krizdeymiş ve bu sıkıntılara yol açması karşısında kim gelse işi zor olacaktı. Uzunca bir süre eğitimini aldığı ABD’deki Columbia Üniversitesi’nde kalan Papademos daha sonra Atina Üniversitesi ve misafir hoca olarak da Harvard’da sağlam bir kariyere sahip. MIT’de önce Fizik Lisansı, ardından Elektrik Elektronik Master’ı ve son olarak İktisat Doktora’sıyla sağlam bir öğrencilik hayatı da özgeçmişinde bulunabileceklerden. Papademos’u tanıyanlar sayıların diline inanan, rasyonel bir adam olarak tanımlıyorlar. Tıpkı Kemal Derviş gibi… Ama Yunanlılarına sırlardır sürdürdükleri Komedi, Trajedi ağırlıklı tiyatral yeteneklerinin bu sayısal dehanın karşısında diz çökmesi oldukça garip bir deneyim olacak.

Sonuç olarak Papademos ve Derviş, Türkiye ve Yunanistan arasındaki benzerlikler Yunanlıları ve Avrupalıları Yunanistan’ın da 10 yıl sonra bugünkü Türkiye olabileceği konusunda umuda sürüklüyordur. Ancak ben gerek Yunanistan’ın Euro bölgesinde olması, gerek Papademos’un görev süresinin kısalığı ve Yunanistan’da yaşanan sosyal patlama karşısında duracak siyasi destekten yoksunluğu sebebiyle bu sefer başarısız olacaklarını düşünüyorum. Papademos en fazla 3 ay Troyka ve piyasaların istediğini yapar. Sonra belki de AB’nin yapması gereken ama bir türlü yapamadığı delikanlılığı yapacak, Yunanistan’ı önce Euro’dan çıkartıp Drahmi’ye döndürecek sonra da komşusu Türkiye örneğini izleyerek mutlu yarınlara götürecek güçlü bir lider çıkagelir. Böyle olmazsa biz bu Yunan tiyatrosunu da, AB’nin sonunu da ve en kötüsü günün birinde bu şov ve cesaretsizliklerin bizi de yaktığını görürüz. Umarım en yanılırım ve Papademos Derviş gibi işini yapıp gider ve ilerde güzel hatırlanır. Ama şimdilik sadece umuyorum. Bakalım zaman her şeyi gösterecek.

Bilal ERTUĞRUL

09.11.2011

03:48

Read Full Post »

YUNANİSTAN NE İSTİYOR?

Malumunuz Avrupa Birliği 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan Mortgage Krizi’nden başlayan ciddi bir sınavdan geçiyor. Ekonomik bir proje olan Avrupa Birliği zamanla kültürel, siyasal misyonlar almış; bu gelişimi ve doğrularıyla, yanlışlarıyla daha önceki yazılarımda aktarmıştım. Ancak Avrupa Birliği son 6 aydır bu krizin en büyük travmasını belki de dağılma kabuslarını görüyor. Ve aynada bunun sorumlusu olarak komşumuz Yunanistan görülüyor. 2 Hafta önce Avrupa ülkelerinin tek bir çözüm önermeden dahası birbirlerini eleştirmeyi bırakıp, durumun vehametini kavramadan devam etmeleri halinde birliğin kaçınılmaz sona gideceğini belirtmiştim. Ancak başta bu projenin kurucuları ve bugüne kadar projeden en büyük pastayı kapan Almanya ve Fransa gibi ülkelerin liderleri Merkel ve Sarkozy olmak üzere AB liderleri her türlü kavgaya rağmen birleştiler ve geçen Çarşamba günü Avrupa Kurtarma Fonu’na yönelik ortaya koydukları çözümle Yunanistan ve genel ekonomi için tünelin sonunda ışığı yaktılar. Ancak Yunanistan şımarık çocuk olmayı sürdürmekte epey kararlı olduğunu bugün bir kez daha gösterdi ve ülke bu anlaşmayı referanduma götürme kararı aldı. Piyasalarda havalar aniden karardı ve bir kez daha bir pire yorganı yakma girişiminin sonucunu beklemeye başladı. Peki nedir bu Yunanistan’ın derdi ve nereye kadar sürecek bu umarsızlık. Öncelikle planın Yunanistan ve diğer ülkeler için neden önemli olduğunu ve referandum kararının neden ciddi bir hata olduğunu açıklayalım. Daha sonra da olası çözüm yollarına bakalım.

Avrupa Kurtarma Fonu; Avrupa’da derinleşen krizi gören liderlerin krizle topyekün savaş kapsamında en etkili silahları olarak öne çıkmıştı. Yunanistan için önce 2 yardım paketi hazırlayan birlik her iki yardımda da Yunanistan üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmese de kredileri verdi. Ancak Yunanistan bunlarla çözülecek gibi değildi. Çünkü ülke hiç tahmin edilmeyen boyutlarda ekonomik rakamlarla oynamış, üretmeden tüketmek öyle bir noktaya gelmişti ki kriz sebebiyle yapılan kesintiler Atina’yı savaş meydanına dönüştürmeye yetmişti. Bu koşullar altında son çare olarak Avrupa Kurtarma Fonu’nun büyüklüğü arttırldı ve kaldıraçlarla desteklenerek bu fon vasıtasıyla Yunanistan’ın borcunun yarısının silinmesini sağlayacak bir paket geçen hafta Çarşamba günü açıklandı. Herkes rahatlamış piyasalar babanın oğluna yapmayacağı bu iyiliği Yunanistan’a yapan başta Merkel olmak üzere AB liderleri alkışlanmıştı. Tabii herkes özellikle Fransız bankalarında tutulan Yunanistan tahvillerinin bu bankalar üzerinde yarattığı baskının Sarkozy’nin çabalarının altında yattığını ve Merkel’in de Birleşik Avrupa’nın kurtarıcısı olmak için gerekirse Almanya’da ki iktidarını feda edeceğini de biliyordu. Tam her şey iyiye giderken Salı sabahı Yunanistan yeni bir bomba bırakıyordu piyasaların ortasına. Papandreu önce yapılan paketi referanduma götüreceğini açıklıyor sonra da hükümeti için güvenoyuna gidiyordu. Bunlara tepkili 2 vekil istifa edince meclisteki üstünlüğü 152 – 148 ‘e gerileyen Papandreu; 6 vekilinden gelen istifa çağrısıyla piyasaları iyiden iyiye karıştırıyordu.

Peki piyasalar niye bu kadar olumsuz yaklaşmıştı bu haberlere. Çünkü Yunanistan’da yapılan tüm kamuoyu yoklamaları referandumda HAYIR çıkacağını gösteriyor. Ocak ayı başına kadar durum değişmezse, HAYIR çıkınca Yunanistan kontrolsüzce batar. Bu sadece Avrupa’da değil Dünya’da da yeni bir  krizin kapısını sonuna kadar açacaktı. Bu durumda tüm ülkeler risk altına girecek ve bunun bedelini değil Yunanistan hiç kimse ödeyemez.

Piyasaların tepkisinin altında yatan bir diğer sebep ise sürmesi kesinleşen belirsizlik durumu oldu. Piyasalar belirsizlikle ölüp, istikrarla dirilen yapılardır ve belirsizilik onların en son görmek istedikleridir. Halbuki Yunanistan’da en erken Ocak başında yapılacak referanduma kadar belirsizlik sürecek ve hiç kimse dünyanın 6-7 aydır sürdürdüğü bu olumsuz havayı daha kaç gün sürdüreceğini tahmin edemiyor.O güne kadar yapılacak güvenoylamasında Papandreu için çıkacak karar da bu belirsizliği çok daha büyük bir boyuta getirebilir. Kendisinden önceki Karamanlis’in üç kağıtları ve Yunan halkının har vurup harman savurmasıyla yarattığı tahribatın vebalini bugüne kadar tek başına taşıyan Papandreu’nun artık dayanamayacak duruma geldiğini gösteren son kararları ciddi bir belirsizlik ortamı doğurdu.

Peki Yunanistan’da bu kararlar neden alındı? Bu sorulara cevap vermek için 2002’de Türkiye’de koalisyon ortaklarının erken seçime gitme kararlarına bakmakta fayda olacaktır. IMF programıyla ülkeyi tarihinin en zorlu günlerinden çıkaran iktidar ilk 2 yıl çok eleştirilmiş, Başbakan sağlığını kaybetmiş ve yaptıkları her şeyden dahası yıllardır yapılmış tüm yanlışlardan sorumlu tutulmakdan bıkıp erken seçime gitmişler ve hepsi baraj altında kalmıştı. Çünkü kimse onlar aslında uzun yılların bedelini ödediğini ve yapmak zorunda oldukları kesintileri yaptıklarını düşünmemişti. İşte Yunanistan’da da durum bu. Karamanlis döneminde yapılan aşırı harcama, düşük tasarruf ve kaçınılmaz son; kriz… Papandreu bu süreçten sonra krizin tam ortasında geldi. Elinden geldiğince IMF, AB, Dünya Bankası’ndan oluşan Troyka’nın ekonomik krizle ilgili yapılması gerektiğini belirttiklerini yaptı. Ama yetmiyordu. Çünkü halkı bolluğa, yüksek maaşlara, düşük emeğe alışmıştı. Sokaklarda yapılan eylemler, grevler kendi partisinde artan muhalefet dayanılmaz boyuta gelmişti belki de. Ayrıca son paketten sonra bugüne kadar alınan önlemlerden daha da sertleri alınacağı için belki de bunları uygulayacak gücünü kaybetmişti. İşte Papandreu bu şartlar altında dünkü kararları aldı. Dünya, Avrupa bu kararı eleştirecek ve haklı; ama Papandreu da en azından hak verilmese bile anlaşılabilir.

Burada sorun tüketim çılgınlığı içine girmiş Yunan halkında ve ne yazık ki bu problem tüm Akdeniz ülkelerinde var. Nasıl mı bu kadar emin konuşuyorum. Değineyim. İtalya ve İspanya Yunanistan kadar kötü olmasa da sıradaki ülkeler ve onlar özellikle İtalyadünyanın kaldırabileceği bir yük değil. Portekiz 1 yıldır kemer sıkıyor ve belki de en ciddi önlemleri alarak Yunanlaşmaktan kurtuldular ama olası Yunanistan krizi onların da çabalarını böler. Ne yazık ki Avrupa’nın güneyi kuzeyinin yarısı kadar çalışıp, ondan daha fazla harcamanın bedelini ödeyecek ve bunu tüm dünyaya da sıçratacak. Bundan kurtulmanın tek yolu artık Avurpa’nın kanayan kolu kesmesidir. Yani Yunanistan Euro’dan çıkartılıp diğer sorunlu ülkelere de hazırlanma süresi verilmelidir. Bu yöntem Yunanistan için de Drahmi’ye geçip kontrollü temmettüyle Türkiye – 2001 örneğinden yola çıkarak en doğru krizden çıkış yöntemidir. Yani artık bu haliyle Yunanistan – AB ilişkisi en azından parasal birlikte sürdürülemeyecek boyuta gelmiştir. Bu gerçek görülmeli ve buna göre gerekenler ivedilikle yapılmalıdır. Yoksa ne Çin, ne Türkiye, ne Rusya ne de başka gelişmekte olan ülkeler dahi ekonomik büyümeleriyle dünyayı kurtaramaz. İşin özü Yunan tarafı artık gerçeği bir yerden görüyor ve bu ekonomik disiplinsizlikle AB ve dünyayı da batıracağından Euro’dan çıkmayı diliyor. AB’de artık son gelişmelerden sonra Yunanlılara istediğini vermeli ve bir bakıma onları azad etmeli. Bakalım neler olacağını hep beraber göreceğiz…

Bilal ERTUĞRUL

02.11.2011

11:39

Read Full Post »

BİR HAYALİN SONU MU?

20. yüzyılın ikinci yarısının en önemli projesi olarak ortaya çıkan, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne uzanan süreç özellikle 11 Eylül sonrası Abd’nin Bush’la döneminde dünyada kaybettiği popülariteyle beraber bir anda dünyada yeni düzene ilham verecek merkez olarak algılanmıştı. Son olarak 2007 yılında Romanya ve Bulgaristan’ın üye olduğu dönemde Avrupa’da birliğin 1990 sonrası aldığı 15 yeni üyeyi hazmetmesi için genişlemenin durması gerektiğine değinenler çok değil bir kaç yıl sonra birliğin o günkü çekiciliğini kaybedeceğini hiç mi hiç tahmin edememişlerdi.

Peki ne olmuştu da modern zamanların en kapsamlı projesi bu duruma gelmişti. Aslında birliğin bugünlere gelmesinde kendi hataları kadar uluslararası konjonktürde etkili oldu. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri desteğiyle kurulduğu 1950 sonrası dönemde temel olarak Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa’ya yayılmasının engellenmesi ve yüzyıllardır savaşan Alman – Fransız geriliminin doğuracağı bir savaşı daha ne kıtanın ne de dünyanın kaldıramayacağı endişesi üzerine inşa edilmişti. Aslında 90’lı yıllara kadar gösterilen performans bu düşünceden doğan birlik için çok da iyiydi. Birlik 6 ülkeyle kurulmuş ve daha sonra 3 genişlemeyle 12 ülkeye ulaşmıştı. Temelde serbest dolaşım ve ortak pazar üzerine oluşturulan sistem iyi işliyordu. Ancak 90’ların başında Sovyetlerin yıkılması birliği yepyeni bir sürece sokacaktı. Aslında bu rota değişiklinin bir kaç öne çıkan sebebi vardı. O dönemde Sovyet popülaritesinin dip yaptığı zaman aralığında zengin kaynaklara ve iyi eğitilmiş insani sermayeye sahip olan Rusya’nın çok geçmeden yeniden toparlanacağını düşünen ABD, Sovyetlerden kopan ülkelerin bir an önce batı sistemine entegre edilmesini istiyordu. Bu bağlamda özellikle 1960 – 1990 döneminde batı ve doğu Avrupa arasında oluşan gelir ve refah farkı dikkate alındığında doğu Avrupalılar için Batı Avrupa ve onun simgesi Avrupa Birliği en ilgi çekici hedefti. ABD bu durumu kullanarak Avrupa Birliği üzerinden bu ülkeleri sisteme çekerken sürecin sonunu pek de düşünmemişti. Avrupa Birliği’nin rota değişikliğinin en önemli sebeplerinden birisi de birliğin en güçlü ülkesi Almanya’nın özellikle Doğu Almanya ve Germen toplumlar dolayısıyla birliğin doğu Avrupa’ya yönelimine verdiği destekti. Almanların desteklediği bu genişlemenin sonuçlarından bugün duydukları rahatsızlık ise sürecin ne kadar plansız işletildiğinin kanıtlarındandır.

Avrupa Birliği genişlemeyle meşgul ettiği gündemine özellikle Maastricht süreciyle tam bütünleşmeyi de taşımış ve Avrupa Ordusu, Avrupa Parası daha da ötesi belki de tüm ülkelerden oluşan tek bir Avrupa ülkesi artık yüksek sesle dillendirilir olmuştu. Hatta dönem içinde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine en büyük engel, bu tek Avrupa’nın değerlerini taşımadığı (din, kültür farklılıkları) olmuştu. Ancak işte Avrupa’nın belki de en büyük hatası bu noktada ortaya çıkıyordu. Pek çoklarına göre liberal düşüncenin en önemli ütopyası olan bu birlik aslında o güne kadar gayet realist bir süreç yaşamıştı. Savaş sonrası zayıflamış ve savaşmaktan çok iş birliğine ihtiyaç duyan ülkeler gayet rasyonel olarak bir ekonomik birliğe yönelmişti.Ancak 90 sonrası tek devlet hayali ve sadece batılı ülkelerin üstüne yük olacak, her hangi bir üretim kapasiteleri olmayan, dahası insani sermayede de mevcut Avrupa Birliği’nin çok gerisinde olan Doğu Avrupa genişlemesi belki de birliğin realizmden liberalizme gerçek geçiş dönemiydi. Bu dönemin devamında 1999’da yürürlüğe giren Euro, 2002 yılında birliğin o zamanki 15 üyesinin 11’inin eski para birimlerini yürürlükten kaldırmasıyla bu ülkelerin tek para birimi olmuştu. Ancak Avrupa Merkez Bankası var olmasına rağmen ortak mali politikalara sahip olmayan bu ülkelerin farklı mali politikalarının günü geldiğinde bu ortak para birimini nasıl etkileyeceği ne yazık ki göz ardı edilmişti.

2011 yılının Mayıs ayından itibaren başta Yunanistan, İspanya, İrlanda ve İtalya olmak üzere çeşitli Avrupa Birliği ülkelerinde yaşanan krizler birliğin geleceğiyle ilgili çeşitli soru işaretlerinin yeniden seslendirilmesine yol açtı. Aslında krizin sadece tek bir ülkeyle bağlı kalmayacak olması Avrupa da bu korkunun temel sebebi. Örneğin 2001 Türkiye krizini düşünelim. Ülkemiz ya iç borç olarak yerel bankalardan borçlanmıştı ya da dış borç olarak IMF, Dünya Bankası gibi kurumlardan borç almıştı. Halbuki bugün karşılaştığımız durum tamamen farklı. Nasıl mı? Düşünelim bakalım. Avrupa Birliği Yunanistan’ın batmasına izin versin. Yunanistan borçlarını ödemeyeceğini ve temerrüde düşeceğini ilan etsin. Bu durumda Yunanistan’a borç vermiş kurumlar, bankalar ülkeyle borcun yeniden yapılandırılmasını konuşurlar ve bu ülkeden alacakları temmerrüde düşmüş kabul edilir. Yani en basit muhasebe işleminde bile bu varlıklar varlık olarak kabul edilmez. Bu durumda ne mi olur? Başta Fransız bankaları olmak üzere, İngiliz, Alman, Belçika ve İsviçre bankaları arka arkaya varlıklarından önemli bir kısmını kaybederler. Bu kaybedilen varlıklar bir anda spekülasyonla beraber bankaların içinin boşalmasına yol açar. Bankalar ellerindeki mevduatlarla çoğu uzun vadeli çeşitli yatırımlar yaparlar. Bu vadeli işlemleri bölecekleri için olası gelirleri bir anda azalır. Yani en basiti şöyle düşünün. Bir havuzu besleyen ve ondan beslenen bir sistem var. Bir anda bu sistem yok oluyor. Buna ne denir. Batış… İşte Avrupa Birliği bugün bu ayrım noktasına gelmiştir. Ancak acı olan halen geçici çözümlere yönelme isteğidir. Bugün Almanya’nın verdiği destekle yasalaşan Mali İstikrar Fonu’nun 2 Trilyon Euro’ya genişletilmesi tamamen süreci uzatacak ama yaraya merhem olmayacak bir adımdır. Avrupa’da sorun yapısaldır ve tek bir mali politika olmadan tek para birimi hiç bir şey ifade etmeyecektir. Avrupa daha önce de sıklıkla belirttiğim gibi ya bu deveyi güdecek ya da bu diyardan gidecektir. Şu anda deveyi gütme yolllarını geçici çözümlerde görüyorlar ancak günü geldiğinde yavrulardan bir ya da bir kaçını kesmek zorunda kalacaklar. İşte o nokta Avrupa Birliği için ya bütünleşme ya da ayrışma noktası olacaktır. Kanaatim bu rüyanın kıymetini anlayan başta bu işin ekmeğini en çok yiyen Fransa ve Almanya olmak üzere güçlü ülkelerin günü geldiğinde kalıcı çözümler için gerekli sertliği gösterecekleri ve bu şarkının burada bitmesine izin vermeyecekleridir. Umarım günü geldiğinde bizim de parçası olduğumuz güzel bir rüyanın beraberce gerçekleştirildiğini görürüz.

Bilal ERTUĞRUL

30.09.2011

12:56

Read Full Post »

AB Yol Ayrımında

 2007 yılı başlarında uzun süredir her hangi bir düzenlemeye tabi tutulmadan kurulu sistemi içerisinde ilerleyen ve Amerikan rüyasının en önemli ayaklarından birini oluşturan Mortgage sisteminde başlayan, aynı yıl önce ABD daha sonra uluslararası bankacılık krizine dönüşen finansal kriz önce geçici çözüm yöntemleriyle aşılmaya çalışıldı. Ancak bu geçici çözümlerin yaklaşık 22-23 ay piyasaları sakinleştirmesi yeterli olmadı. Çünkü piyasalarda halen düzeltilmeyi bekleyen pek çok yanlışlık vardı ve ne yazık ki ne ABD ne de AB bu sorunlara kalıcı çözümler üretmeye çalışmıyordu.

Bundan yaklaşık 5-6 ay önce Avrupa’da Euro bölgesinde bulunan bazı ülkelerin ekonomik durumlarının tahmin edilenden çok daha kötü olduğu görüldü. Yunanistan, İtalya, İrlanda, İspanya ve Portekiz yüksek kamu ve dış borç miktarları, açık veren bütçeler ve şeffaf olmayan bankacılık sistemleri sebebiyle bir anda Avrupa kıtasının kara bulutları olarak ortaya çıktılar. Aslında bu ülkelerin her birinde ciddi sorunlar olmasına karşın en rahatsız edici durum Yunanistan’da yaşanmaktaydı. Önce Yunanistan’ın kredi derecelendirme kuruluşları ile yaptığı çeşitli anlaşmalarla ekonomik göstergelerini çok daha iyi gösterdiği ve gerçekte var olan rakamların açıklananlar ile hiç bir ilgilerinin olmadığı ortaya çıktı. Daha sonra yıllardır üretiminin çok üzerinde tüketen, nufusunun önemli bir kısmı memur ya da işçi olarak devletten nemalanan Yunanistan ekonomisinin artık bu durumu kaldıramayacağı ortaya çıktı. Mayıs 2011’de Yunanistan, AB, IMF arasında yapılan görüşmelerde özellikle Fransa’nın başını çektiği AB Troykası kendi vatandaşlarının vergilerini ciddi düzenlemeler karşılığı Yunanistan’ın borçlarını temizlemek için kullanmaya karar verdi. Bundan sonra belli bir dönem durgunluk başladı ve piyasalar stabil hareketler gösterdi.

Temmuz 2011’in son günlerinden itibaren Yunanistan’da yangın dünyayı çok daha ciddi bir şekilde tehdit etmeye başladı. ABD kendi iç piyasalarını nispeten düzenlemişken bu sefer kavrulan AB oluyordu. Dahası özellikle Almanya’da halk kendi paralarıyla Yunanistan’ın kurtarılmasına ciddi tepki veriyor ve Merkel yerel seçimlerde üst üste mağlubiyetler alıyordu. Fransa’nın çabaları yoğunlaşmaya başlar başlamaz bu çabaların sebepsiz olmadığını gösteren veriler ABD merkezli bağımsız derecelendirme kuruluşlarından gelmeye başladı. Açıklanan raporlara göre Yunanistan’ın dış borcunun önemli bir kısmı Fransız bankaları tarafından finanse edilmekte ve olası bir Yunanistan iflası Fransa’yı her ülkeden daha fazla tehdit etmekteydi. Yani Yunanistan’da ki yangın söndürülemeyip ülke iflas ederse yangın ilk tahribatı Fransa’ya verecekti.

İşte tam bu günlerde AB zamanında yaptığı bazı hatalarla yüzleşme fırsatı buldu. Vakti zamanında Euro’ya geçiş kriterleri belirlenirken bunların iyi kriterler olduğu herkes tarafından kabul görmüş, ancak istisnasız her üyeye uygulanma şartıyla başarının geleceği vurgulanmıştı. Dahası farklı mali politikalara sahip ülkelerin maddi durumlarının kötüleşmesinin Euro üzerinde oluşturacağı yük akıllara dahi getirilmemişti. Ancak bugün bunlar yavaş yavaş gündemi işgal etmeye başlıyor. Peki şimdi ne yapılabilir? İsterseniz birazda onlardan haber verelim.

Öncelikle bugün Euro bölgesi çok temel bir iktisadi gerçekle yüzleşmekte. Mali politikaları aynı olmadan ortak para politikası uygulayan sistemler çöküşe mahkumdur. Neden mi? Çünkü, para ya da genel olarak para politikası bir ülkenin mali performansının yüzü olarak da ele alınabilir. Düşünün sayfalarca kod yazan, çeşitli arayüzler kullanan bir yazılım mühendisinin ortaya koyduğu bir sayfayla karşılaşıyorsunuz. Ancak o sayfaya tüm gücünü veren alt yapısı. Yani altyapısıyla uymlu olmadığı sürece sayfa hiç bir şey ifade etmiyor. AB de tam bunu yaşıyor. Pek çok ülke farklı mali politikaların üzerine ortak bir para birimi koydular ve ona da EURO adını verdiler. İşler tüm dünyada 2000-2008 arası iyi giderken Euro’da sorunsuz ilerliyordu. Ancak işler bozulunca farklı maliye politikalarının imkansızlığı görüldü. Bugün yapılacak şey hem AB hem de Yunanistan için en iyisi olacak. Bu en iyi çözüm de Yunanistan’ın acilen Euro bölgesinden çıkarılması, kendi eski para birimi Drahmi’ye geçmesi ve anında devalüasyon ilan etmesi. Bu olmazsa ve Ekim ayında beklenen Yunanistan iflası Euro içinde olursa bunun sonuçları sadece Euro’nun değil aynı zamanda tüm AB’nin geleceğini tehdit eder. O zaman Yunanistan’ın Euro’dan atılması AB için de çok iyi olacaktır. Ancak AB için sorunlar burada bitmeyecektir. Öncelikle başta İtalya ve İspanya olmak üzere Maastricht kriterlerinin yakınından geçmeyen ülkelere kendilerine çeki düzen vermeleri için belli süreler verilmeli. Bu süreçte kendisini düzeltemeyen ülkeler de Yunanistan ile aynı muameleye tabi tutulmalı. AB aynı zamanda en geç 2013 yılı başlangıcına göre ortak para biriminin geleceğine karar vermeli. Ortak paranın ortak maliye politikası gerektirdiği dikkate alınarak birlik alacağı karar sonrası ya tam bir bütünleşmeye gidecek ve yıllardır beklendiği gibi tek bir ülkeymiş gibi hareket edebilecek ya da 20 yıl öncesine dönüp bir ticari ortaklık halini alacaktır. Ancak bu kriz göstermiştir ki artık Euro bölgesi mevcut haliyle sürdürülemez. Bundan sonra ya bir doğum ya da ölüm olacaktır. Ve hiç bir doğum sancısız olmayacağından doğum kararı alınırsa ciddi acılar da çekilecektir. Çekilecek ilk acı Ekim 15’e kadar Yunanistan’ın parasal birlikten atılması ve İtalya’nın da kendisini benzer bir takvime hazırlamasını sağlamaktır. Yunanistan’da artık ateşi tanrılardan çalıp insanlara getiren yeni bir Prometheus beklemek ve har vurup harman savurup bunu da illegal yollarla kapatmak yerine gerçek dünyaya dönmeli ve en yakın komşuları ezeli rakip ebedi dostları Türklerin 2001 sonrası yaptıklarını tekrar etmelidir. Bu durumda ateşin ışığını tünelin sonunda bulacaklardır. Ancak hayali getiren mistik Prometheus değil karşı kıyının çocukları olacaktır.

BİLAL ERTUĞRUL

22.09.2011

16:32

Read Full Post »

« Newer Posts